Maria Sharapova, yalnızca 32 yaşında, Vanity Fair internet sitesine yazdığı mektupla emekli olduğunu açıkladı. Tifosi Blog, o mektubu Türkçeye çevirdi.
Bugüne kadar bütün hayatınız olmuş bir şeye nasıl veda edersiniz? Henüz küçük bir kızken çıkmaya başladığın kortları; sevdiğin, kendine bir aile daha bulduğun, taraftarlarınla bir olduğun bu güzel oyunu nasıl terk edersin?
Bu işte yeniyim, affet. Tenis, sana veda ediyorum.
Tabii ilk önce hikâyemin başını anlatayım. Tenisle ilk tanışmam, babamı oynarken izlememle gerçekleşti. Dört yaşındaydım ve Soçi’deydik. O kadar küçüktüm ki sandalyede otururken bacaklarım yere bile değmiyordu. Elimdeki raket boyum kadardı.
Altı yaşındayken babamla Dünya’nın öbür ucuna, Florida’ya gittik. O zamanlar Dünya bana çok büyük gelirdi. Uçak, havaalanı ve uçsuz bucaksız Amerika. Her şey devasaydı, aynı ailemin özverisi gibi.
İlk oynamaya başladığımda filenin karşısındaki kızlar hep benden daha büyük, uzun ve güçlüydü. Televizyonda izlediğim tenisçiler bana ulaşılamaz ve yenilmez kişiler gibi geliyordu ama oynadıkça, antrenman yaptıkça bu düşüncem değişmeye başladı.
Oynadığım ilk sahaların zeminleri dengesiz, çizgileri ise soluktu. Zaman geçtikçe bu kortlar yerini toprak kortlara ve özenle biçimlendirilmiş görkemli çim kortlara bıraktı. Hayallerimde bile tenisin en ihtişamlı zeminlerinde maçlar yapıp her zeminde turnuvalar kazanabileceğimi düşünmemiştim.
Wimbledon başlamak için iyi bir yer gibi gözüküyordu. 17 yaşında, saf ve hâlâ pul koleksiyonu yapan bir kızdım. O zamanlar zaferimin önemini hiç kavrayamamıştım. İyi ki de kavrayamamışım.
Hiç diğer tenisçilerden daha üstün olduğumu hissetmedim. Hep bir uçurumun kenarında olduğumu ve düşmemek için sürekli kortta kalmam gerektiğini düşünürdüm.
Amerika Açık bana dikkatimin dağılmasını nasıl önleyeceğimi ve beklentilerle nasıl başa çıkabileceğimi öğretti. New York’un temposuna uyamazsan kendini havaalanında bulurdun. Dosvidaniya.(Hoşça kal)
Avustralya Açık beni daha önce hiç alışık olmadığım bir şeyle tanıştırdı. Kimilerinin “being in the zone” (mükemmel dinginlik ve konsantrasyon) da dediği tamamen oyuna odaklanmayla gelen aşırı güven hissi. Tam açıklayamam ama Avustralya gerçekten güzel bir yerdi.
Fransa Açık zayıf yönlerimin farkına varmamı ve onların üstesinden gelmemi sağladı. İki kez. İyi hissettirmişti.
Bu kortlar “gerçek beni” ortaya çıkardı. Fotoğraf çekimleri ve güzel tenis kıyafetlerinin ötesindeki beni. Kusurlarımı, yüzümdeki her bir kırışıklığı ve ter damlalarını. Benim karakterimi, irademi ve duygularımı kontrol etme yeteneğimi sınadılar. Kort çizgileri arasında kendimi güvende hissediyordum. Bu kadar savunmasız olmam beklenen bir yerde bu kadar rahat hissetmemi sağlayan bir zemin keşfettiğim için ne kadar da şanslıyım.
Başarımın kilit noktalarından biri de asla geçmiş ve geleceği düşünerek vakit kaybetmemiş olmam. Kendimi ne kadar zorlarsam o kadar gelişeceğimi düşündüm. Teniste kusursuz yoktur. Bir yandan kortun sizden talep ettiklerini vermeniz gerekirken bir yandan da ardı arkası kesilmeyen o düşüncelerle mücadele etmelisiniz.
“Rakibini yenmek için yeterince çalıştın mı?”
“Birkaç gündür dinleniyorsun, vücudun formunu kaybediyor.”
“O son pizza dilimi? Sabah antrenmanını bunu da düşünerek planla.”
İçimdeki bu sese kulak verdim, gelgitler yaşadım ve bu sayede vücudum sinyaller vermeye başlayınca buna direnmek yerine durumu kabullendim.
Bu sinyallerden biri de geçen ağustosta, Amerika Açık esnasında geldi. Kapalı kapılar ardında, sahaya çıkmamdan 30 dakika önce maçta sorun yaratmaması için omzumu uyuşturmaya yönelik bir prosedürden geçiyordum. Omuz sakatlıkları benim için yeni bir şey değil, tendonlarım zamanla çok yıprandı. Birçok ameliyat -biri 2008’de, bir diğeri geçen yıl- ve fizik terapide sayısız ay geçirdim. O gün yalnızca sahaya adımımı atmak bile bana bir final kazanmışım gibi hissettirdi. Ancak tabi galibiyete atılan küçük bir adımdan fazlası değildi. Bunu size kendimi acındırmak için değil, yeni gerçekliğimin resmini çizmek için anlatıyorum; vücudum, bir dikkat dağıtıcı haline geldi.
Kariyerim boyunca, “Buna değer mi?” asla bir soru olmadı; sonunda ise hep öyleydi. Mental gücüm hep en güçlü silahım oldu. Rakibim fiziksel olarak üstün, daha özgüvenli ya da yalnızca basitçe daha iyi olduğunda bile dayanabiliyordum. Ve dayandım da.
Hiç işim, çabam ya da metanetim hakkında konuşmak zorunda hissetmedim. Ama hayatımın yeni bir aşamasına geçerken, herhangi bir dalda mükemmelleşmek isteyen herkesin bilmesini istiyorum ki, şüphe ve yargı kaçınılmaz. Yüzlerce kez başarısız olacaksın ve dünya bunu izleyecek. Bunu kabul et. Kendine güven. Sana söz veriyorum, başaracaksın.
Ben hayatımı tenise verirken tenis de bana hayat verdi. Her gün özleyeceğim. Antrenmanları ve rutinimi özleyeceğim; şafak sökerken uyanmayı, sol ayakkabımı sağdan önce cilalamayı, henüz günün ilk topuna vurmadan kortun kapısını kapatmayı… Takımımı, antrenörlerimi özleyeceğim. Babamla antrenman kortunun kenarında oturduğum anları özleyeceğim. Yenilsem de yensem de rakibin elini sıkmayı ve beni daima daha iyi olmaya iten rakipleri özleyeceğim.
Şimdi dönüp bakınca, tenisin benim dağım olduğunu görüyorum. Yolum, vadilerle ve dolambaçlarla doluydu. Ama zirvedeki manzara, muhteşemdi. 28 yıl ve beş Grand Slam şampiyonluğundan sonra, şimdi ise bir başka dağa tırmanmaya hazırım, bir başka zeminde mücadele etmeye…
İflah olmaz kazanma tutkum mu? O hiç azalmayacak. Önümde ne olursa olsun aynı konsantrasyonla, aynı disiplinle ve yol boyunca öğrendiğim bütün diğer derslerle çalışacağım.
Aynı zamanda iple çektiğim birkaç basit şey de var. Ailemle sakin bir hayat. Rahatlarken içtiğim bir sabah kahvesi. Plansız hafta sonu kaçamakları. Kendi seçtiğim egzersizler (merhaba dans kulübü).
Tenis bana dünyayı ve kendi özümü gösterdi. Benim sınavım ve ölçüm oldu. Ve hayatımın sonraki bölümünde her neyi seçersem seçeyim, sonraki dağım her ne olursa olsun, yine sınırları zorluyor olacağım. Yine tırmanıyor olacağım. Yine gelişiyor olacağım.